Tekrar teşekkürler.
Belki biraz uzunca olacak fakat, “trenler/tabiat/fotoğraf sentezi” ile ilgili olarak şu hususları –bir defaya mahsus da olsa- yazmama müsaade edin. Ki, bunlar diorama fotoğrafçılığı için de aynen geçerlidir:
- Bu fotoğraflar, takdir edersiniz ki, yaklaşık 450 pozdan meydana gelen bir sete aittir. Onları “fotoğrafçılık sitesi” denen bir yerlere göndermeye niyetim yok. Bu tutumumu, alışılmış anlamda gerçek trenler siteleri için de takınacağım. Çünkü aslında herşey ortada: Herhangi bir şartlar toplamında, varsaydıklarının “dışında” birşeylerin olabileceğine ihtimal vermek istemiyorlar.
- Keşke, bu ülkede zamanın ezip geçtiği gerçek trenler aleminde ve hatta diğer alemlerde kimbilir nerelerde bu şekilde kendi halinde kalmış yerleri de dökümleme imkanımız olsaydı.
- Sadece Eskişehir için konuşacak olsam bile, bu şehrin son 30 yılının gözümün önünde birileri tarafından insanın kanının dondurup çileden çıkartan bir “çember sosyalitesi ( akademi/bürokrasi/eşraf şeytan üçgeni)” içinde nasıl da paylaşılıp rantlanıldığını görmüş biriyim. Bu bakımdan, şuna itimat ediniz ki, geçen yıllar zarfında (hem 90´ların ikinci yarısında, hem de son yıllarda, yani her –sözde- iki politik cenahta) “Demiryolu / Trencilik” (ve ilaveten mesela Havacılık) materyal olarak, olabilecek en kötü şekilde talan edilmiştir. Böyle olunca, bendeniz gibileri bu furyalarda elbette bulunamazdı ve bulunmadım. Meselâ, böyle bir yapıda bir müdürlük veya sözde sivil bir yapının açmış olduğu bir fotoğraf yarışması mı? Bendeniz orada olacak son kişi olurum. Beni bağışlayın fakat ben, bu ülkede, kuşun ne olduğunu bilmeyenlerin, ağzıyla kuş tutanlar karşısında nasıl da tercih gördüğünü iyi bilen biriyim. Bu cehalet değil, apaçık stratejidir.
Şunu kabul ediyorum, demiryolu dünyası, dünyanın her yerinde, “meslek taassubu” denilen mefhumun en tipik bir misalidir. Fakat bizim şu memlekette –son 30 yıl boyunca- “Tren/Tabiat/Fotoğraf” alaşımı da, ülkede diğer herşeyde olduğu gibi, –artık çok daha iyi bildiğimiz kimi zaman alenî, kimi zaman ise örtülü (!) mekanizmalar üzerinden- tipik kanallarda birilerine ihale edilmemiş olsaydı, bugün ortada çok esaslı bir arşiv olabilirdi. Ve bunu sadece bir fotoğraf dökümantasyonu olarak da düşünmemek gerekiyor. Bugün bu ülkede olmayan mefhum “information”dur. Arşiv´den kastettiğimiz de yine information´dur. Information (Türkçesi bilgi değil “malûmat”tır) yoktur fakat her taraf, içleri boş IT kariyerleri dolmaya başlamıştır…
- Konunun bu yanına ilave olarak çok ciddi bir hususu da bu fırsatla ifade etmek gerekiyor: Bilindiği üzere, Eskişehir demiryolu mekânları esaslı bir değişime tabi tutuluyor. Bu konuda mutlak fikir beyan edecek değilim. Kaldı ki, istasyon/idare binaları veya yeraltı/üstü hikayeleri de pek umurumda olmaz. Çünkü devletin tarihine baktığımda gördüklerim, yine ve sadece devletten ibaret.
Bu naçizane fotoğraf seti de burada –bu küçük tabiat / peyzaj kesiti bakımından- anlam kazanabilir. Kendimi “ölen mekânların imamı” gibi hissediyorum. Ben fotoğraflamaya gayret ediyorum. Sonra orası yokoluyor. Bunu başka mekânlarda da yaşadım.
Yani, şunu biliniz ki, o mekânı önümüzdeki yılın yazında görmek mümkün olmayabilir (!) Çevre Koruma Derneğinin üyesi oluşum itibarıyla derneği bundan haberdar edip onları bir hukuk mücadelesine yönlendirip yönlendirmemekte de kararsızım. Çünkü –hiç yoktan iyidir iyimserliğinde olsam da- tabiatı anlayamadıkları için ona “çevre” diyen insanlar da bana ümit vermiyor. Bir mücadele ortaya koyduklarını iddia ediyorlar fakat aslında bu da yine aynı sosyal – sosyo politik ranta tekabül ediyor. Zaten –şimdilik- böyle bir yerin varlığından haberleri de yok.
- Benim naçizane fotoğrafçılığımın tipik bir vasfı, ülkede 80´lerden beri zaten varolan ve fakat dijital döneminde daha da öne çıkmış durumdaki ve kimi zamanlar “düşmanlık” seviyesine varan “tabiat fotoğrafçılığı antipatisi” ile mücadeledir.
Şimdilerde “dijital yığınları” tabiatın peşine düşmüş durumdalar. Fakat bu da yine “çevre” faslında olduğu gibi sunî kalıyor. Onlar tabiatın değil materyalin peşindeler. On yıllar içinde belli bir cenahın vasfı olmuş “tabiat fotoğrafı düşmanlığı”, onlar farkında olmasa bile, onlarda “gen” olup çıkmış durumda.
Tabiat, felsefî ve shamanic varlık ve derinliği teşhis edilemediğinde “hammadde deposu” olmaktan öteye geçemez. Dijital furyasındaki sonradan görme “manzara fotoğrafçılığı” misallerini komik duruma düşüren de bu oluyor. Yani, tabiatı göremeyen insanlar, hızına fetişize oldukları bir objektif veya onun önüne taktıkları bir filtre ile bunu telafi edebileceklerini sanıyorlar. Bu elbette çok spesifik bir konu. Fakat tren/tabiat/fotoğraf üçlüsünde kilit öneme haiz.
Uzmanlığı kendinden mütevellit biri olarak, “fotoğraf” konusunda yeri geldikçe ifade ettiğim bir husus da şu: Fotoğrafın film dönemlerinde de belki bir renk/ton doygunluğu vardı. Fakat bunun için, zincirleme bir proses olan film fotoğrafçılığının her aşamasında en üst şartların temin edilmiş olması gerekiyordu. Halbuki, yıllar boyu zavallı filmlerimizi kendilerine emanet etmek durumunda kaldığımız köşebaşı fotoğrafçıları, o “bayat banyo” klasiklerinde bizim gayretlerimizin çok kolayca içine etmek suretiyle, bizi tipik bir “soluk / pastel fotoğraf” seviyesine öylesine alıştırdılar ki, meselâ bendeniz, bunu şu son bir-iki yıla kadar aşamıyordum. Diyeceğim, “image editing / post processing” uygulamaları yıllar yılı dünyalarının bir parçası olmuş insanlar, fotoğrafı film fotoğraftan alışkın olunan ve pasteli andıran o renk/ton dengelerinin üzerine çıkartmakta zorlanmışlardır. Yani, image editing´ten photograph editing´e geçmek zor olmuştur. Bunun sektörel yönleri de var fakat bunları da yazmaya kalkarsam konu kömür katarı kadar uzar.
“Digital Photograph Editing” işi, aslında konuya yabancı olmalarına rağmen, uzaktan fikir beyan edenlerce terslenebiliyor. Yani, “Photoshop yapmış” denilip geçiliyor. Halbuki, post processing, dijital fotoğrafta önemlidir ve hatta dijital fotoğrafın ta kendisidir. Burada önem taşıyan husus, tabiat fotoğraflarında bu çabanın nereye kadar götürülebileceğidir. Bu ise tabiatı tanımak ile ilgilidir. Tabiatı tanımayan amatörler, DSLR olarak tabir edilen bir el kamerası (80´lerin deyimidir) ile elde edilebilecek standart convertion şablonları ile yetinmeye kalkarlar. Post processing´e el atsalar bile bu defa da dengeleri nereye kadar taşıyabileceklerini kestiremezler. Ki, her daim “amcası bizim oğlanın da bilgisayarı var o da yapıyor böyle şeyler” makasına çekmeye çalıştıkları “bu işler” aslında bal gibi bir yol/yor yordam meselesidir.
Bu kadar laftan sonra son olarak, o kadar sübjektif bir hacimden ancak bu kadar objektif bir kesit çıkartabildiğimi ilave etmeliyim.