1955-1965 seneleri arasında Eskişehir'de hat boyunda oturmuştuk.Ev ile hat arasında boş geniş bir arsa vardı. O dev gibi buharlıların geçişini geniş bir açıdan zevkle izlerdim. Geçişleri esnasında toptak titrer pencere camları şangır şangır öterdi.Hattın her iki tarafında hatta paralel giden betondan dökülmüş parmaklıklar vardı.Şehirden gelen üç dört cadde bu hattı keserek bizim tarafa geçerdi.Her kesişme noktasında açılır kapanır geçitler vardı.Geçitlerdeki nöbetçi kulübelerinde gece gündüz nöbetçi memurlar nöbet bekler ,trenin gelişini birbirlerine manyetolu telefonlarla haber verirlerdi.Daha sonra geçidin koca,dişli çarkını kol gücü ıle çevire çevire kırmızı beyaz şeritli bariyeri indirmeye başlardı.Çarkın her dönüşünde küçük demir bir topuz çark kampanasına vurur, "tan " diye bir ses çıkarırdı. O yüzden bu çarka ve hatta geçidin tamamına "tan tan" derdik.Bariyer aşağı inerken tepesinden aşağı kadar sırayla tutturulmuş demir çubuklar perde gibi sarkar,barikatı daha görünür kılardı.Geçidin her iki tarafında üç beş yaya belki belki bir bisikletli veya fayton olurdu.
Motorlu taşıt pek görünmezdi.
O devirde trenler eğlenceli geziler için değil gerçek ulaşım için kullanılırdı.Bir yere gitmeden önce kumanyalar hazırlanır tahta valizlere gerekli giysiler yerleştirilirdi. Henüz "LAYLON" geniş çaplı kullanılamayan bir icattı zira. Güzel deri valizler vardı ama her yiğidin harcı değildi.İstasyona gitmek için yoldan bir fayton çevrilir, içine hem yolcular hem de uğurlayıcıları doluşur bana da faytoncunun yanında yer kalırdı.Faytonlar kışın kapalı yazın açık olurdu. Kışlık faytonlara LANDO yazlık olanlara KÖRÜKLÜ denirdi. Yani şimdinin sedan ve cabrio'su gibi birşey. Körüklü ismini üzerinde açılıp kapanır örtüden dolayı almıştı.
Eskişehir istasyonu önemli merkezlerdendi.Ortada yüksek geniş kavisli bir salonu vardır.Her iki tarafından iki katlı bloklar uzanır. Karşıdan bakılınca DDY amblemi gibi görünsün diye uğraşılmıştı.Caddeye ve peronlara bakan kısımları boydan boya camla kapatılmıştır.Çocuk oluşumdanmıdır nedir ,bana dev gibi gelir tavanlarını hayranlıkla seyrederdim.Diğer iki tarafında sağlı sollu bilet gişeleri sıralanırdı.İstanbul,Ankara. Ege. Anadolu gişeleri gibi isimler alarak görev taksimi yapmışlardı.Herhalde herkes aynı yere yığılıp izdiham olmasın diye.Gişelerin ortasında yan bloklara açılan geniş iki kapı vardır.Batı tarafından kargo bölümüne girilir.Bu zemin kat boydan boya bir salon olup uzun bir banko ile ikiye ayrılmiştır. Geniş tarafında kutular,torbalar, denkler yığılı olurdu.Giden gelen kargolar,mektup torbaları. Evvelden birbirimize mektup yazardık.o yüzden postacı geldimi sevinirdik."Aman fatura geldi "diye yüreğimiz ağzımıza gelmezdi.Doğu kapısı ise bekleme salonuna,çayhaneye ve son tarafta üç beş dükkandan oluşmuş çarşıya açılır.Dükkanların hepsinde incik boncuk ve bilhassa, lüle taşından yapılmış hediyelik eşya olurdu.
Gişeler kapalı durur ,görevi olan gişe trenin gelişinden bir iki saat önce açılır,bilet için bekleyenler hemen kuyruk oluştururdu.Memurun yan tarafında, küçük küçük gözlerden oluşmuş bir raf olurdu.Bu gözlerde her istasyon için özel olarak basılmış 3 cm eninde 6-7 cm boyunda sarı kalın kartondan biletler bulunurdu.Bileti satılan tren eğer elli istasyona uğrayacaksa o sayıda bilet gözü olur, memur oradan uygun bileti seçer ,yanındaki soğuk damga vuran ağır demir alete sokar, gürültü ile günün tarihini basardı.
Bekleme salonu trenin gelişine doğru yavaş yavaş kalabalıklaşır, trenin gelişine birkaç dakika kalışında aniden boşalırdı. Herkes peron kenarına yığılırdı.Tren durduğu anda inenler binenler birbirine karışırdı.Şimdiki metrobüsler gibi.Fazla izdiham varsa o tahta bavulları vagon koridorundan geçirmek zahmetli olur, bavullar ve çocuklar kompartman penceresinden karşılayıcılara sarkıtılırdı.O pencerelerden sarkıtılmışlığım vardır.
Karşılayıcılar.uğurlayıcılar tabiri belki garip gelebilir ama tren yolculukları,o zamanlar, sanki dünya seyahatine çıkacakmış kadar önemliydi. Zira Eskişehir Ankara 7 saat sürerdi.Haydarpaşa Kurtalan ise 2 gün.Yani gönderilenleri görememek günler haftalar alabilirdi.Posta trenleri her istasyon.her köy. her ihtiyari (ihtiyaç hali) durakta durur,karşıdan gelen her araca yol verir bu da yolculuğu dahada uzatırdı.Ama bu benim için eğlencenin uzaması demekti.Trenlerde I,II,III mevki kompartmanlar vardı. Babam ikinci mevkiden bilet alır, annem birinci mevki istediğinde de " Masrafa ne gerek var. İki kompartmanda aynı yere gidiyor" diye savunma yapardı. I. mevki kompartmanların geniş maroken ve yumuşak koltukları olurdu.Karşılıklı ikişer kişi yayıla yayıla oturabilirdi.Hatırımda koyu yeşil renkleri vardı gibi kalmış. Güzel temiz perdelerle içinin görünmesi engellenmişti.Her trende bunlardan bir veya ikisi kilitli tutulur,gelebilecek önemli kişiler için hazır bulundurulurdu.II. mevki kompartmanlarda da deri koltuklar vardı ama farklı dururdu .Üstelik bunlar altı kişilik olur ve perdeleri olmazdı.Genede rahat koltuklardı.Hele III. mevkinin tahta kerevetlerinin yanında epey lüks kaçardı.
O zamanlar ulaşım trenlerle sağlandığı için yolcu çok olur on onbeş vagonlu trenler normal karşılanırdı. Şimdiki gibi bayram ve tatillerde ek seferler düzenlenir vagon sayısı arttırılırdı.Şimdi düşünüyorum da tek hatlı tren yollarında birbirlerini engellemeden çeşitli yönlere giden o trenlerin hareketlerinin koordinasyonlarını sağlamak epey teknik bir mesele olsa gerek.Vagon sayısı arttıkça benim için eğlence de artardı.Kendi vagonumuzdan çıkar vagondan vagona geçerek son vagonun da sonuna ulaşırdım.Son vagonun kilitli kapısının penceresinden geri geri giden ağaçları,telgraf direklerini,arada bir çıkan bina ve köprüleri seyrederdim.Geri dönerken içime bir kuşku girerdi.Acaba bizim vagonu bulabilecekmiyim diye.Tren içi gezintilerimde kondoktörle karşılaştığım olurdu. Çocuk olduğum için bana önem vermez büyüklerin biletlerini kontrol ederdi.Elindeki zımba ile biletleri zımbalar ikici bir kullanıma mani olurdu.Anlamadığım şey elinde zımbayla delinmiş bileti olan yolcuyu gerçekmi yoksa kaçak mı olduğunu nasıl anlardı.
Yolculuklar uzun sürünce ihtiyaçlar da artardı.Belli zamanlarda kumanyalar çıkartılır, pencere tarafında ki açılır kapanır masanın üzerine konurdu.Kumanyalarda malum standart şeyler olurdu.Yaprak sarma,börek,peynir zeytin vs.Artık neredeyse akraba haline gelinmiş kompartman yolcuları ile paylaşılırdı. Ancak bu sefer ikinci ihtiyaç doğar, vagonun her iki başındaki tuvaletlerde kuyruğa girilirdi.Öyle çok uzun kuyruklar olmazdı ama bazen sıkıntılı da olurdu.Tuvaletler metal duvarlı ancak alt kısımları ve zemin fayans kaplı olur, alaturka olduğu için çömelerek def-i hacet edilirdi.Her vagon sarsıldığı hele son vagonlar daha da sarsıldığı için her iki tarafta tutunmak için kolçaklar vardı.Hepsinde sabun olur mevsim kış ise sıcak sular akardı. Yalnız havlunu kendin getirirdin. Koridorda omzunda havlusu ile yürüyen birinin tuvalete gittiğini bilirdik.Tuvalette işlem bittikten sonra duvardaki sifon koluna basılınca hem su fışkırır hem de kubur deliğinin kapağı açılır bütün ihracat tren raylarına boşaltılırdı. Eğer gündüz ise açık kapaktan yerdeki balast taşlarını görürdüm.Böyle bir durumun istasyon peronlarında oluşmaması için tren büyük istasyonlara girmeden önce tuvalet kapıları tren personeli tarafından kilitlenirdi.İhtiyacı olanlar istasyon tuvaletlerine koşar bazen treni kaçırırlardı. Her istasyonun özel yiyecekleri vardı.Doğu istasyonlarında genelde pişmiş ve sepet içinde taşınan şiş kepaplar satılırken,Polatlıda çiğbörek.İzmitte pişmaniye olurdu. Eskişehirin spesiyalitesi ise sahlep ve simitti.
Trenin çok kalabalık olduğu zamanlarda koridor gezmelerini yapamaz sadece pencereden seyirle yetinmek zorunda kalırdım. Hareket halinde iken ağaçların,dağların, tepelerin geri geri gidişi ilginç olur.telgraf direkleri geçerken aralarına gerilmiş tellerin aşağı yukarı hareketlerine dalar giderdim.Evet o zaman telgraf vardı ve haberleşmede henüz kullanılırdı. Hani geliyorum STOP karşılayın STOP gibi haberleri ileten.Eğer yıldırım telgraf çekerseniz telgraf kağıdını bisikletli postacı getirir, normal çekerseniz yaya.Telefon vardı ama bağlantıyı sağlayıp konuşana kadar çekilen telgraf daha çabuk yerine ulaşırdı.Tabii telgrafı çekenin telgraftan önce gelmesi de olağan durumlardandı.Tren geniş kavisler aldığında pencereden bakar hem öndeki lokomotifi hemde arka vagonları görürdüm. Trenin bir köprüden veya tünel den geçmek üzere olduğunu kompartman halkına haber verirdim.Yüksek kemerli köprülerden geçerken aşağı bakmak çok eğlenceliydi. Uçaktan bakar gibi.Aşağıda şırıl şırıl akan ve güneşte suları parlayan dereler olurdu.Bir tek problem buharlı trenlerde öne doğru bakabilmekti.Zira küçük kömür parçaları ve kum atıkları insanın gözlerine dolar ileri bakarken tedbirli olmak gerekirdi.Buna rağmen yeşil ormanlık alanlardan beyaz dumanlar salarak giden o buharlı trenler hala gözlerimin önünde.
Oturmuş eskileri düşünürken bunlar geldi aklıma. sizlerle paylaşmak istedim. Başınızı ağrıtmış olmam inşallah.